12 Aralık 2010 Pazar

SORUŞTURMADAN BİR PARÇA-SELMAN ERTAŞ



www.dunyabizim.com 'da bazı nedenlerden dolayı yayınlanamayan Şair Selman Ertaş'ın Soruşturmasını burada yayınlıyorum:

12 Ekim 2010 Salı

BİR ŞAİRİN GÖRÜŞÜ

Bir ‘itiraz dili’ geliştirme çabası

Dürüst davranalım: Dergide en çok Enes Malikoğlu’nun ‘İtirazlar’ şiirini sevdim. Yine bir şiiri insanca sevmenin heyecanı içindeyim. Yeterli bulmuyorum bu sevinci, ki bu, Nurullah Ataç’ın öznel-izlenimci beğenisini anımsatsa da Eliot gibi düşünürüm bu konuda: ‘Bir şiir karşısında heyecan duyuyorsak o şiir anlamlıdır’ der, şiir ve anlam sorunsalını tartıştığı bir yazıda. Eliot’a kulak verirsek gerekçelerimiz de var demektir: Yeni bir itiraz dili geliştirme arayışı ve çabası içinde Malikoğlu. ‘İtirazlar’ devrimci bir öze sahip bir şiir. Tekinsiz ve sakınımsız duruşun şiiri. Şunu da söylemekte fayda görüyorum: Ataç gibi öğüt vermeken yana değilim ancak İtirazlar geniş boyutlu yoğun bir atmosfere sahip bir şiir de olabilirdi pekala. O yüzden sevincimi yeterli bulmadım. ‘Önemse oğlum, şah damarından/uzaklara mevzilenen halkı!’ veya ‘Reklamcı olmayanı solcu/saymıyorlar bu ülkede/Çık dışarı Hikmet Kıvılcımlı/Önün arkan sağın solun sobe.’ Bu mısralarda durdum. Bu şiir  Türkiye’yi eksen alan kaplamlı uzun bir şiir anlayışıyla da yazılabilirdi diye düşündüm. İtirazlar eleştirel bir şiir. Umarız ki nefesli olur.

MUSTAFA CELEP- http://poetikhaber.wordpress.com/2010/10/10/elestirel-deginiler-2/

11 Ekim 2010 Pazartesi

ENVER AYDEMİR SÖYLEŞİSİ


Şimdi İzmit’te cep telefonu parçaları satan bir dükkân işleten 34 yaşındaki Enver Aydemir, dünyaya bir Kürt aşiretinin ve molla bir babanın oğlu olarak geldi. Babasının iki karısı, Enver’in dokuz kardeşi vardı.

Ortaokulda İmam Hatip’e giden Enver liseden sonra eğitim hayatına bizim bildiğimiz gibi devam etmedi. Önce bir yıllığına Kırgızistan’da bir üniversiteye gitti. Sonra da Kur’an’ı daha iyi anlamak için Arapça öğrenmek amacıyla Suriye’de 3,5 yıl kaldı.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

İLHAMİ GÜLER NE KADAR DİRENİŞÇİ?

Müslümanlar cumhuriyet tarihinden bu yana zulme karşı direnmede-itiraf etmek gerekir ki- geri kaldı. Gerek Türkiye'de, gerek dünya çapında oluşan zulüm coğrafyasına ya gerektiği gibi ses veremedi ya da hepten suskun kaldı. 12 Eylül'le daha yeni yeni hesaplaşırken geçmişte anti-komünist cephede ABD ile dirsek temasında bulundu. Filistin meselesini dava kabul ederek savunurken örneğin Panama'daki Vietnam'daki kıyıma yeterince ses çıkarmadı. Zulüm gören Müslümansa mı savunmak gerekir? Bu da ayrıca cevap verilmesi gereken bir soru zaten.* Gerçi Müslüman Kürtlerin başına gelenler karşısında Müslümanların direnişi hangi boyutta onun da şahitliğini yıllardır yapmaktayız.

6 Ağustos 2010 Cuma

"hayır" CEPHESİNİ ANLAMAK


Sanırım 12 Eylül'de yapılacak referandum 12 Eylül darbesinden sonra yapılacak en önemli değişiklik. İçerik olarak T.C.'nin yazısız kanunlarını derinden sarsacak değişiklikler mevcut. Bunun farkında olanlar, olaya partisel bazda değil de içerik olarak taraf olanlar, üçe ayrılıyor: Evetçi'ler, hayırcı'lar ve oy kullanmayacaklar.
Türkiye muhalif hareketleri açısından bu vak'aya baktığımda ilginç tespitler düşüyor aklıma. T.C.'nin varlığına muhalif olan tüm ideolojiler, bunlar arasında İslamcıları,Sosyalistleri,Anarşistleri, ve daha birçoğunu saymak mümkün- devrimci karakterleri dolayısıyla iki yolu seçmek durumundalar.Ya ben bu ülkenin varlığını, anayasasını ve düzenini zaten tanımıyorum, dolayısıyla yapılacak değişiklik beni bağlamıyor ve toplumsal düzelmenin yolu devrimden geçer deyip oy kullanmamak; ya da devrimci olmak ülkenin sıcak gündeminden uzak durmak değildir yapılan değişiklikler yetersiz ve çok kısıtlı olmasına rağmen insani bir düzene dair ilk adımdır deyip "evet" demektir. Bu iki görüşü anlamak ve de hak vermek bir muhalif olarak çok zor değil ve kendi içinde oldukça tutarlı görüşler. Fakat hem muhalif hem de "hayırcı" olmak!?

18 Mayıs 2010 Salı

DİZİ DİZİ SÖYLE BANA

DİZİ DİZİ SÖYLE BANA
Başörtülüler dizilerde hangi rolde?
'Cuma’ya Kalsa' dizisinde başörtülü bir kadın rolü de var. Ama bakın nasıl?
16 Mayıs 2010 Pazar 10:51
Yoğun siyasî gündem, dünyanın dört bir yanından kan ve zulüm haberleri ve yoğun iş temposu... İnsanın, ister istemez televizyondaki garip dizilere gözü kayıyor. Tamam tamam, saklamaya gerek yok; bazen özellikle oturup izliyoruz!
İlk kez bir dizide oynuyorlar!?
Yine bir gün oturmuş, televizyonda yeni yayınlanmaya başlayan bir komedi dizisini izliyorum: Haluk Bilginer'in oynadığı, bir Amerikan dizisinin Türkiye versiyonu olan “Cuma'ya Kalsa”. Amerikan tipi garip esprileri olsa da Haluk Bilginer'in mükemmel oyunuyla izlenesi bir dizi olduğunu söyleyebilirim. Dizinin bir yerinde başörtülü bir kadın sahneye geldi. Hanıma dedim ki; “İlk kez bir dizide başörtülü kadın oynatılıyor, ülkemizde kadınların %50 si başörtülü olmasına rağmen televizyonda, sinemada ve reklam sektöründe asla görünmüyorlar.”
Dizi usulü başörtüsü bağlama şekilleri
Dizi usulü serbest başörtüsü bağla(yama)ma şekilleri
Bu da bir gelişmedir
Türkiye'deki kadınların %50’si görünmez addediliyor yani. Eşim benim kadar iyimser değildi: “Örtünme şekline baksana; yarım örtmüş, kelebek gibi bir şey.” Dediği gibi askerî lojmanlara girebilecek nitelikte, garip bir örtünmeydi. Ama ben nedensiz iyimserliğime devam ettim; “Bu da bir gelişmedir!” Ancak çok geçmeden işin aslı ortaya çıkmıştı. Ben, ‘dizinin yönetmenini ve senaristi kimdir acaba? Liberal bir kişi midir’ diye düşünürken eşim; “bak”, dedi “kadına, neymiş özelliği?” Kadın okuma-yazma bilmeyen genç sayılabilecek yaşta bir kadındı ve okuma-yazma öğrenmenin faziletleri hakkında dizinin başrol oyuncusuna nutuk çekiyordu.
Ne zaman görecekler gerçeği?
Başörtülü kadının laik medyadaki rolünü böylece görmüş oldum bir kez daha. İyimser olmak ve onların gözlerinin açılması için biraz daha zaman gerekiyor. Eşimin de dâhil olduğu üniversite mezunu, meslek sahibi kadınları görmemeye devam edecekler anlaşılan cicili bicili kanallarında. Ve dahası, okumak isteyen, kariyer yaparak sanatçı, bilim adamı veya iş kadını olmak isteyen binlerce genç kardeşimizi üniversite kapısından döndürerek halkın gözündeki “okuma-yazma bilmeyen cahil örtülü kadın” imajını sabitlemek merkez medyanın ana amaçları olmaya maalesef devam edecek.
Bunun bir üzücü yanı da, 28 Şubat öncesi çeşitli muhafazakâr kanallarda tesettürlü programcı, haber spikeri ve muhabir varken; 28 Şubat'tan sonra tesettürlü genç kadınların ancak “Kalp Gözü” tarzı dizilerde yer alabilmesi ne yazık ki...
Cumaya Kalsa


Enes Malikoğlu dikkat çekti

26 Nisan 2010 Pazartesi

HAKSÖZ 20 YAŞINDA!

HAKSÖZ İÇİN NE DEDİLER?

11-12 yaşlarında amcamın kütüphanesinde görmüştüm ilk kez onu.
Yanında Dünya ve İslam dergisinin muhtelif sayıları da vardı. Amcamın kütüphanesi hep dikkatimi çektiğinden onları da okurdum çocukça bir algım olsa da. Haksöz’den o zamanlara dair aklımda kalan, dünyanın dört bir köşesinden Müslümanların durumlarını anlattığı haberlerdi. Çok iyi hatırlıyorum, hiçbir gazetede yazmayan, acı mücadele ve zafer haberleriydi bunlar. Sonra büyüdük. Üniversiteyi kazandık. Gençtik, heyecanlıydık ve Haksöz yine vardı. Bütün sayfalarını su içer gibi okuyor, her sayısında yeni şeyler öğreniyorduk. Çok klişe belki ama bir nesil için gerçekten okul oldu Haksöz.
Sonra üstümüzden 28 Şubat geçti. Kimileri önemsemiyor, ‘takvimden sadece bir yapraktı’ diyor ama o günlerin yakın tanıkları bilir neler yaşandığını. Kişisel olarak ben büyük acılar çekmesem de o dönem, bizim kuşağın üzerinde çok etkili olmuştur ve o etki günümüze tüm tazeliğiyle sirayet etmeye devam ediyor. Psikolojimizin, mücadelemizin, inancımızın üzerinden tanklar geçtiğinde de vardı Haksöz; şartlar değişip ortam sütliman olduğunda da. İlginç olan, 11-12 yaşlarında ilgimi çeken canlılığı hâlâ üstünde…
Bu soruşturmayı hazırladığım için söylemiyorum, 20 yıllık bir derginin rehavetini görmek mümkün değil üstünde. Bir de üstüne haksozhaber.net sitesinin canlılığı girince, Müslümanların üzerindeki etkisi yadsınamaz diye düşünüyorum.
Haksöz dergisini bu kadar  övmenin tarafgirlik olarak algılanabileceği düşüncesiyle dergi hakkında bir soruşturma yaptım. Yazarlarımıza Haksöz hakkında ne düşündüklerini sordum. Birbirine benzemeyen özgün ve de ilginç cevaplar aldığımı söylemeliyim. İşte sorular ve cevapları:

devamı için... 

9 Nisan 2010 Cuma

HZ. ADEM'İN ŞAİRLİĞİ HAKKINDADIR

  Şiirin tanımı her zaman öznel olmuştur. Öznel de olmak zorunda sanırım. Ancak şiirin olmazsa olmazları içinde birşey vardır ki onun varlığı hakkında hemen hemen tüm şairler ve şiir okuyucuları arasında fikir birliği oluşmuştur diyebiliriz. O da hangi tür ve zamanda yazılırsa yazılsın şiirin özgünlüğüdür. Bir şiir yazıldığında, o şiirin içinde kurulan cümleler ve imgesel bütünlüğü oluşturan tüm öğeler artık tutulmuştur şair tarafından. Mesela "gümrah" kelimesini İsmet Özel tekeline almıştır; artık kolay kolay hiçbir şiire giremez bu kelime. "İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı" cümlesini artık hiçkimse şiirinde kullanamaz. Orhan Veli bu cümlenin tapusunu uzun yıllar önce kapmıştır.
  Şiire bu zaviyeden bakıldığında yıllar,asırlar, dönemler geçtikçe şiir yazmak daha zorlaşacaktır. Çünkü  eski zaman şairleri söz'ü teker teker tapulamışlardır. Modern şair, bu sıkışmış şiir kentinde tapulanmamış arsa bulmak için daha çok çalışmalı, daha çok seyahat etmelidir söz'ün sınırlarında. Ve genel kanının tersine aslında yeni şair daha çok emek verdiği için şiirine, daha değerlidir denebilir. Belki de artık bundan dolayı zor çıkıyor iyi şiir.
                                                                    * * *

  Hz. Adem yaratılıp yeryüzüne gönderildiğinde Kur'an'a göre Allah(c.c) ona söz'ü öğretti tek tek. Böylece Hz. Adem'in söylediği her söz özgündür ve daha önce hiç söylenmemiştir. Hz. Havva'yla her konuştuğunda aslında şiir söyler. Habil'i öldürdüğünde Kabil, babasından şiirsel ilençler duymuştur. Her oğul babasına şiirle doğar. Böylece Hz. Adem bir bakıma ilk insan, ilk peygamber ve (belki de) ilk şairdir.

7 Nisan 2010 Çarşamba

İSLAMCILIK:BİR HAYAT TARZI ELEŞTİRİSİ

Postmodernizm’in en belirgin özelliği, ortaya kavramlar koyması, (ya da bu kavram yaratmadaki maharet dolayısıyla kusması mı demeliyiz?) sonra o kavramların tanımlanmasında karmaşa yaratmasıdır diye düşünüyorum. Sanki insanın çok ihtiyacı olmayan bir alet icat edip sonra onun bulunmasını, satın alınmasını zorlaştırması gibi. Hemen hemen aynı zaman aralığına denk gelen 28 Şubat ve 11 Eylül de Müslümanlar için kaos çağının başlangıcını işaret eder. İşte bu kaotik kavram bulutuna yüzlerce yıllık İslami kavramlar da eşlik eder/etmek zorunda kalır. İslamcılık gibi ecnebi bir tanımlamayı Müslümanlar zar zor da olsa içselleştirmiş, daha sonra bu kavram çerçevesinde bir uzlaşma oluşturulamamış, buna rağmen ironik bir şekilde İslamcılıktan istifa ilanları dört bir yanda asılmaya başlanmıştır. Ne’liği ve nasıl’lığı henüz tanımlanamamış genç bir kavramın olumlu veya olumsuzluğu belli değilken bir yenilgi psikolojisine girmiş olmak Müslümanlar açısından bir netlik yoksunluğunu işaret eder.
28 Şubat/11 Eylül miladından sonra onlarca entelektüel, edebiyatçı, fikir önderi, âlim İslamcı olmaktan vazgeçtiklerini açıkladı. Tümü hakkında şu yargıya varmak zorsa da genel itibariyle bu, İslam’ın toplumsal hedeflerinden feragat edildiğinin ilanıydı. Artık bireyci ve aksiyondan uzak bir düşünsel altyapı oluşturma çalışmalarına girişilmiş, eskiye reddiyeler ve itiraflar neredeyse tüm haber kanalları, gazete sayfalarını doldurmuştur. Bu tavır özeleştiriden ziyade, eskiyi reddiye niteliği taşımaktadır. Müslümanların hayatlarında büyük rol oynayan figürlerin bir bir mevzilerinden ayrılması sonucu bir hayal kırıklığı ortamının oluşmasına neden olmuştur. Postmodern darbenin baskıcı ortamının biraz yumuşamasından sonra ortaya çıkan yozlaşma da Müslümanların amaç ve yaşam biçimlerindeki değişime katkıda bulunmuştur.
...

DEVAMI MÜFREDAT DERGİSİ 1.SAYISINDA  http://www.mufredat.wordpress.com

3 Nisan 2010 Cumartesi

"MÜLKİYET NEDİR?" BİLMEM NEDİR?

 İstanbul'un uzun şehiriçi otobüs yolculukları, neredeyse şehirlerarası yolculuk kadar yoğun geçer. İşte bu hergün yaptığım uzun yolculuklarda bazen gazetelerin kitap eklerini okurum. Dün Radikal'in kitap ekini aldım. Kitap eklerinin babasıdır kendisi. Her ne kadar eleştirilecek yönleri olsa da diğer eklere yön gösterici bir özelliği vardır.
 Radikal Kitap'ın sayfaları karıştırırken birden gözüme bir şey ilişti. Kısa süreli şok geçirdim. İş Bankası Kültür Yayınları'nın reklamı vardı. Son çıkan kitaplardan biri vardı ki enteresan: Mülkiyet Nedir?, Pierre Joseph Proudhon. Anarşizmin kurucularından olan ve mülkiyet üzerine felsefe tarihinin en sert fikirlerine sahip filozoflarından Proudhon'un kitabını (Marx, Lenin gibi komünist yazarlar onun yanında halt etmiştir) mülkiyet sömürüsünün Türkiye'deki temsilcisi bir yayınevinin yayınlaması ne büyük ironi, Allah'ım! Che'nin resminin en büyük kapitalist simgelerden biri olmasından da büyük bir olay bence bu. Bir solcu olsam Berlin duvarı'nın yıkılmasından sonraki en büyük olay olarak addederim bunu ve kendimi kahrederim. "Bu kadar mı zararsız olduk" derdim. Umarım bir gün Yoldaki İşaretler kitabını YKY yayınlamaz!

13 Mart 2010 Cumartesi

DAMARLARIMIZDA DOLAŞAN FAŞİST KAN!

  Amerikan filmlerine bakıp bakıp "ulan bu zencilere ne acı çektirmiş şerrefsizler" diye çemkirmeyenimiz yoktur. Sonra da içimizden geçirmişizdir mutlaka "biz zencilere hep sempatiyle bakmışızdır, yolda görsek selam veririz." diye. Ve sonra o kaçınılmaz sonla sonlanır düşünce "bizde ırkçılık yok!"
 Kocaman yalanlara inanma hastalığı mı yoksa bizim müzmin cahilliğimiz mi acaba bu düşüncelere sevkeden. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri topluma yerlemiş ırkçılık fikri ne oluyor diye sorar adam! Irkçılığa karşı çıkma şeklimiz bile ırkçılık kokmuyor mu? "Benim tanıdıklarım var; içinde çok iyi insanlar da var!" Sanki uzaylılardan ya da tanrısal bir lanetle lanetlenmiş bir halktan bahsediliyor. Sen değil misin ki sayın beyaz Türk (ya da fakir olan gri Türk) sen bu adamlara senin dilini konuşmadı diye kaka yediren, sen değil misin o insanları yerinden yurdundan ettikten sonra buralarla hep doldular diye iç geçiren. Hatta aranızda öyleleri var ki Elazığ'daki depremde ölenler onlardan ya da dağdaki savaşta birbirlerini öldürüyorlar diye sevinen iğrenç mahluklar sizlerin arasında değil mi? Halâ böğrüne bıçak sağlayıp öldürmüyorsunuz ya bu Hitler bozmalarını, pes!
 Ve bu koca koca faşistler hala müslüman hatta dindar olduğunu zannediyor. Şimdi bu gelenek Emeviler'den kaldı desem herşeyi onlara mı bağlayacaksın diyecekler bazıları. Ben de demeyeceğim öyleyse, girmeyeceğim o kadar derinlere. Sadece aldırın diyeceğim şu damarlarınızı ameliyatla mı aldırırsınız yoksa jiletle çentik açıp çekip çıkarırsınız bilmem ama siz etrafta dolandıkça midem bulanıyor. Namaz kıldığınızı, Rahman'ın adını andığınızı gördükçe harap oluyorum. Yüzünüze bakamıyorum; sizin faşist badem bıyıklarınıza tüküreyim!

14 Şubat 2010 Pazar

MODERN ZAMANLARIN VELİYULLAH’I (ALLAH DOSTU): ERCÜMEND ÖZKAN



                                                                                                                           Sizin veliniz ancak Allah, O’nun Peygamberi, namaz kılan, boyun eğerek zekât veren müminlerdir.(Maide:55)

Osmanlı’nın son yılları ve Cumhuriyet’in ilanının ilk yılları arası: Müslümanlar için karanlık dönem; tabiri caizse fetret yılları. Âlimler, mütefekkirler ve önderler bir bir istiklal mahkemelerinde idam edilip şehit oldular. Yaşayanlar baskılarla ya susturuldu; ya da sürgüne mahkûm edildi. Hepimizin bildiği; ama hep birbirinden sakladığı acı gerçekler vardır o dönemlere ait. Zabitlerin zorla eve girip Mushafları topladığı, nenelerimizin örtülerinden tutulup koparıldığı acı anılar kulağımıza çalınmıştır ister istemez. Halk kalakalmıştır ortada, çağın yeni sorunlarına karşı korumasızdır artık toplum. Soracağı danışacağı bilmediklerini ona anlatacak insanlar yoktur. Haksızlığa karşı baş kaldırmak istese önder olacak kimseler kalmamıştır meydanda.
Tek parti döneminden hemen sonra yavaş yavaş aşılan fetret devri bastırılmış dini hayatın yeniden filizlenmesine neden olmuştur. İslam, yeşermesine uygun bir ortam olmamasına rağmen toprağın en zayıf noktasından fışkırmıştır adeta. Tüm olumsuzluklara rağmen toplum –özellikle gençler- okuyarak araştırarak İslam’a olan açlığını gidermeye çalıştı. Müslüman ve Batılı yazarların eserleri çevirileri okunmaya başlandıkça adeta bir uyanış dalgası oluştu. Ve yeniden Müslüman mütefekkirler çıkardı bu topraklar.
İşte Ercümend Özkan da bu toprakların nadide mütefekkirlerindendi. Sıra dışı bir görüntü ve daha önce pek bilinmeyen bir söylemle çıktı insanların karşısına. Hazır paket kabulleri yeniden yorumlamaya davet ediyor; dini kalın ilmihallerden çıkarıp kavramları pasından sıyırıp gözler önüne seriyordu.
1938 yılında Kırşehir’de doğdu. Gençlik yıllarında ilk önce kısa dönem milliyetçi muhafazakâr çevrelerde yer alırken daha sonra Hizbu’t-tahrir örgütüyle tanıştı ve Türkiye sorumlusuyken örgütle ayrı düştü ve ayrıldı. Daha o günlerden itibaren her zaman sistemle başı dertteydi.  Ömrü boyunca hapis yattı, gözetim altına alındı, sürgün yedi ama doğru bildiği doğrulardan asla vazgeçmedi. Söyledikleri hep tartışıldı; seveni de çoktu sevmeyeni de.
Bugüne kadar Ercümend Özkan hakkında çok şey söylenegelmiştir. Tekfir edenler, mezhepsiz diyenler, mealci diyenler, zındık diyenler. Fakat o hepsini reddetmiştir. Kur’an’ı anlamada en büyük engellerden biri diye mealciliği gösterdi. Mezhepleri değil mezhepleri dinleştirip tartışılmaz etiketi basanları eleştirip mezhepçilikle mücadele etti. Tasavvufun tartışmalı konuları üzerine gitti. Kişileri değil kavramlar üzerinden eleştirdi kadim yanlışları. Yani tekfirden olabildiğince uzak durdu. Ercümend Özkan onu seven sevmeyen herkesi etkiledi. Günümüzün yazarları, İslami söylemin temsilcileri, hatta siyasetçileri bile onun etkisi altında kalmıştır.


En Büyük Özelliği Müslümanlara Eleştiri Kültürünü Edindirmesiydi

Ercüment Özkan’ın en öne çıkan yönü hep Tasavvufla olan hesaplaşması olarak gösterildi. Ancak ondan daha önemli bir şey vardı onu Türkiye Müslümanları açısından önemli kılan: Müslümanlara eleştiri kültürünü edindirmesi. Asıl bu yüzden saldırıya maruz kaldı çoğu zaman. Önder, şeyh, parti lideri veya abi her kim olursa olsun söylediklerinin mutlak olmadığını; yazılan hiçbir kitabın tamamen hatasız olamayacağını öğretti Müslümanlara. İşte bu özelliği Ercümend Özkan’ın “büyük adamlar”ı rahatsız eden en büyük özelliğiydi.
Seda Sayan’ın sabah kuşaklarına katılıp halkın kemikleşmiş doğrularına saldıran ilahiyatçılardan asla olmadı o. Eli her zaman taşın altındaydı. Ömrünün büyük çoğunluğu ekonomik sıkıntılarla geçti. Sağlığı bozukken bile çalıştı hiç dinlenmedi. Demokrat Parti’den, ANAP’tan milletvekilliği teklifleri aldı Milli Görüş ekolüyle zaten yakındı, istese en üst kademelere gelebilirdi siyasette; fakat hiç bulaşmadı. İslami parti kurma çalışmalarına girişti ama ortam buna pek müsait değildi sonuçlanmadı bu projeler de.


Ercüment Özkan’ın En Önemli Eseri: İktibas Dergisi

Ercümend Özkan’ın en büyük eseri günümüzde de çıkmaya devam eden İktibas Dergisi’dir.(Gerçi son birkaç aydır raflarda pek görünmüyor.) İktibas salt akaidi ve dini bilgilerin olduğu bir dergi değildi. İslami kavramlar işlenirken, dünyanın gidişatı, Müslümanların dünya üzerindeki durumu, Türkiye’de yaşanan gelişmelerin Müslümanca yorumlarını görmek mümkündü. Geçimini zaten kurduğu basın ajansından sağlayan Ercümend Özkan, derginin son sayfalarında yerli ve yabancı basından alıntılara yer veriyordu. Derginin tirajı iyi olmasına rağmen hem parasını alamıyordu hem de dağıtımıyla ilgili yukarılardan baskılar geliyordu. Buna rağmen İktibas’ı çıkarmaktan vazgeçmedi. İktibas sayesinde Türkiye’de Müslümanların zamanla kirlenmiş beyinlerini yıkamaya devam etti!


Son Nefese Dek Adanan Bir Ömür

Ömrünün son yıllarında kalp rahatsızlığı artmasına birkaç kez hastanede yatmasına rağmen o çalışmayı bırakmadı. Eşinin ve dostlarının ısrarlı dinlenme nasihatlerini tutmadı. “ben bunları yapmazsam kimsenin yapacağı yok” deyip geceleri herkes uyurken o yazı yazmaya devam etti;  şehir şehir dolaşıp konferanslara, sohbetlere, TV ve radyo programlarına katıldı. Son nefesine kadar bütün maddi teklifleri reddetti; tehditlere kulak asmayıp insanları düşünmeye, akletmeye ve sonra tek Yaradan’a teslim olmaya davet etti.
Ve 24 Ocak 1995 sabahı konferans, toplantı ve sohbetlere katılacağı bir gezide, Adana’da kalp krizi sonucu vefat etti. Hiçbir zaman emekli olmayı, dinlenmeyi düşünmüyordu; amacına ulaştı Allah yolunda yaşamını yitirdi. Onun ölümü ondan etkilenen Müslümanları çok üzerken varlığı tahtlarını sarsan kralları, abileri çok sevindirdi. Fakat onun etkilediği Müslümanlar, ondan aldıkları mirası iyi-kötü devam ettiriyorlar. Hala birileri ondan ve onun fikirlerinden rahatsız. Şeriati’nin dediği gibi o da rahatsız etmeye geldi ve hala –şükürler olsun- rahatsız etmeye devam ediyor.

17 Ocak 2010 Pazar

Cumali Ünaldı HASANNEBİOĞLU ile Röportaj

Cumali Ü. Hasannebioğlu dedi ki..
Eskiye özlem duyan bir şövalye ile söyleştik. Şiir hayatın her noktasında imiş meğer..
13 Ocak 2010 Çarşamba 17:38
Eskiye özlem nedense demode addediliyor bugünlerde. Nostaljik olma eski kafalılıkla bir tutuluyor. Edebiyat için bu böyle maalesef. Eskilerden örnek vermek, eskileri övmek edebi olarak gerici yaftasını göğsüne takmayı göze almak demektir bir anlamda. Ben bunları göze alarak eskileri yâd edeceğim. Eskiler ne güzeldi diyeceğim. Şairler vardı şiirleri ezberlenen; şiir kitapları en az 2 baskı yapardı. Dergiler vardı genç şairlere okul olan.
10486Mavera bu okulların en önemlilerindendi. Şairliğini adeta orada ispat ederlerdi gençler. Orada şair olanlar günümüz şiirine de yön verdiler. Mavera şairleri, daha sonra şiir yazmasalar bile unutulmadılar. Şiirleri hiç unutulmadı; aksine yıllanarak çoğaldı şiirlerinin sesi.
İşte Cumali Ünaldı Hasannebioğlu da bu şairlerimizden biri. Her şiir kitabı çıkardığında olay olmuş, yok satmış ve tekrar tekrar baskı yapmıştı. Sese ses katan, direnen şiirler yazdı. Nostaljik olmanın suçunu (!) üzerime alarak Cumali Ü. Hasannebioğlu’yla naif bir söyleşi yaptım. Lise yıllarında özellikle Çerağ kitabını elimden düşürmediğim şairle röportaj yapmak beni ne kadar mutlu etti anlatamam.
2000li yıllara kadar isminiz edebiyat ortamında önemli bir yer teşkil ediyordu. Mavera dergisi ve çevresini bir kuşak kabul edersek Mavera Kuşağı'nın en önemli şairlerindensiniz. Sadece edebi ürün verme açısından değil Aylık Dergi ve Düşünce Dergisi’nde Müslümanların şiir ve diğer türlere bakış açısını değiştirdiniz.
Tabir-i caizse bir edebiyat felsefesi geliştirdiniz. Kendi adıma söyleyeyim lise yıllarında sizin şiirleriniz benim edebiyata olan ilgimi üst seviyelere taşımıştı. Müslüman edebiyatçının hangi vasıflara sahip olması konusunda sizin katkınız yadsınamaz. Fakat 2000li yıllardan sonra sizi edebiyat ortamında daha seyrek görür olduk. Bunun sebebi aktif siyasete girmeniz olabilir mi?
Sanatçının, “di”li geçmiş zaman’ı yoktur
İsmimin,Türkçe söylenen şiirler içerisinde bir yeri,ya vardır,ya da yoktur.Eğer var idiyse,yok olmaz.Bence şiir,her zaman söylemeye çalıştığım gibi,yüreğimizin kal’asının yıkık bir taşını onarmakla sorumlu ise,yüzlerce yıl sonra da,o şiire muhatap olacak bir insan var oldukça,varolacaktır.
Benim şiirim böyle bir şiir midir? Yani Fuzuli’nin,Şeyh Galib’in,Karacaoğlan’ın,Yunus’un,Pir Sultan’ın...daha nice bir giyiti kanlı;dili, yürek yangınından kızıla çalan adamın yanıbaşındaysa,onlarla kardaşlanmışsa benim şiirim ölümsüzdür şüphesiz.
Yok eğer saman alevi idiyse;yandı bitti kül oldu...

Hangisi? Yeni tanıştığımız birçok insandan,anında,ezbere şiirlerimden parçalar okunduğunu görüyorum. Demek ki,şiirim,kayaya hakkedilmiş, diyorum.
Eğer şiirim kayada yazılıysa,zaman da “yel”se;yel kayadan ne aparır?
Bence ölüm güzel bir mimar... Ölümden sonra şiirleriniz hala insanların bir of çektikçe yıkılan dağlarının tozuysa,korkmayın o şiirden.

Bir de şu var,şiirim unutulsa ne olur ki? Ben onları söylerken,yüreğimde doğururken müthiş bir haz duydum,bir bakıma “istiğrak” hali. Bunları ben mi söyledim,dediğim çok olmuştur. Bazan yüreğimdeki bir kılıcın kırık parçaları,bazan da seyrettiğim bulut masalları olmuştur şiirim. Ne güzel,değil mi?
Siyasete gelince; Bence siyaset de şiir
Siyaset,hayalimin atlarını çılgın ufuklara sürüyor,dörtnal...Müthiş bir mutluluk duyuyorum,yok,hayır,mutluluktan öte bir şey,bir cezbe hali... Ben siyaseti,Türkiye’nin en önemli sorunlarından saydığım “Tarım-Orman-Gıda-Çevre” sorunlarının çözümü uğruna yapıyorum. Amacım,bu ülkenin doğal kaynaklarının doğru kullanılmasıyla,toprağının,suyunun,insan mutluluğunun en az beşe katlanması;yani tarım politikası..
Bunları konuşmak zaman alır. “Sorunlarıyla ve Çözümleriyle Türk Tarımı” adlı kitabımı bunun için yazdım. Ayrıca; yazdıklarımı, düşündüklerimi, yıllarca beynimde mayalandırdığım, ülkemle ilgili bu konudaki tezlerimi, uygulayacağım tek platform da, siyaset. Bu ülkeyi ve insanımızı seven herkesin,iyi anlaması ve anlatması gereken bir konu tarım. Aslında,birçok dilde tarım ile kültür,aynı kökten geliyor.
Okuyucularınızın bilmesi gerekir diye vurgulayarak söylüyorum, litteratüre geçmiş ve şu anda Türkiye kaysı üretiminin yaklaşık %40’ını sağlayan “Kaba Aşı” adındaki çok verimli, ayrıca ilkbaharın son donlarına oldukça dayanıklı bir kaysı çeşidini buldum, geliştirdim 1980’lerde...
Uzun yıllar, TOPRAKSU gibi severek adını andığım bir kurumda Başmühendislik yaptım. Üstelik de,çok maceralı bir bölgede,Malatya,Adıyaman,Elazığ,Tunceli ve Bingöl’ü kapsayan bir bölgede ve üstelik de herkesin öcü gibi kaçtığı o yıllarda,bölgeye gönüllü giderek. O yıllarda, o şehirlerin kırsalında köyünde, dağında taşında çalışmanın, şiirime ve siyaset görüşlerime neler eklediğini düşünebiliyor musunuz?
Fırat, Munzur, Nemrut... daha nice güzellik, gözlerimin bebeğine nakşedilmişti.
Benim şiirim budur ve bu şiir, dünya durdukça, duracaktır; Rahmetli Anam’ın dediği gibi...

"Biliyorum, biliyorum bir ada gibi coğrafya atlasına sınırları kanla değil,
Kalemle çizilmiş bir ülkeyi; bankalar, bankerler, tröstler, tecimevleri,
Kıravatlı, rüzgârsız saçları, boyalı potinleri, yüzleri kara bir gecede ışıldayan faiz hadleri, Cepleri teberru çekleri, piyango biletleri, evleri tıka basa ölü çocuk kemikleri, Yanmış genç bedenleri, acıyla yokekedilmiş adam iskeletleri.
Biliyorum... basarak kan deryasına yürüyor onlar,
Ve ayaklarının altı lekesizdir, biliyorum..." diyorsunuz bir şiirinizde.

Bu şiiri yazdığınız ortamdan çok farklı değil şimdilerde hayat. Hatta daha da yoğun sıkıştırılıyoruz.  Bu kadar daralmışsa yaşam sahamız bu şair açısından avantaj mıdır, kuşatılmışlık şairin lehine midir? Yoksa şiir her yerde ve her zaman biriminde doğmaya müsaittir diyebilir miyiz?

10487
Hayat doğru yaşamak adına bahşedilmiştir

Ben hayatı, dosdoğru yaşamamız için, Rabbimiz tarafından bize lütfedilmiş bir nimet olarak algılıyorum.
Bediüzzaman’ın dediği gibi üç şey kalıyor bize: Fikretmek, zikretmek, şükretmek...
Boynumuzun eğri olacağı tek yer, huzurda durduğumuz zamandır.
Bunun dışında, Pir Sultan’ın dediği gibi, “üstü kan köpüklü meşe seliyim...”

28 Şubat sürecini bir edebiyatçı olarak yakından şahit oldunuz. Her meslek dalında Müslümanlar ciddi sıkıntılar yaşadılar. Hayatları tehdit altına girdi. O dönemin Müslüman edebiyatçı üzerindeki etkisi ne olmuştur? Günümüzdeki Müslüman edebiyatçı portresine ne gibi eksi ve artılar eklemiştir size göre?

Benim hayatımda 27 Mayıs da var...Ailem Demokrat Parti’liydi ve Malatya’da yaşıyorduk. İlkokuldaydım. Üzüldüğümüz çok zaman olmuştur. 1970’lerin ilk yıllarındaki muhtırada üniversitede öğrenciydim. 68 kuşağı diyorlar ya, işte öyle. 1967’de üniversiteye başladım, liseden donanımlıydım,fikir estetiğinin peşindeydik ve yine üzüldük.

Muhtıra, çevremizde ciddi yaralar açtı. Sonra 12 Eylül... Başmühendis olduğum yıllar...
“Semud” şiiriyle birlikte,birçok şiiri o günler için söyledim. “Bir Gecenin Şiiri” adlı kitabım,sadece o günleri anlatır. Tarihe nakşolması gerekirdi,oldu. Yani,benim kişisel tarihime...

Ezilmişliğin değil başkaldırının şiiri

28 Şubat’ta Başbakanlık Müşaviri idim. Ama, benim Başbakanlık’ta çalışmam, Özal dönemiyle birliktedir. Özal ile birlikte çok şeyi de yaşadık. Bir bakıma önemli olaylar gelip geçti, elimizden, beynimizden, yüreğimizden. O zaman çok şeyi kavradım.

Belki de devletin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair, yıllardan beri oluşan teori ve pratiğimiz, doğal akarını buldu su gibi,aktı gitti... Bugün yakaladığımı sandığım deneyim,o günlerin yorumundan oluştu çoğunlukla. Bunları anlatmam gerek ve anlatacağım. Ben, insanlar tarafından hiçbir zaman sıkıştırılamadım. Bu nedenle de kendimi, Kemal Tahir romanlarındaki gibi “kıstırılmış” hissetmedim hiçbir zaman.
O yüzden ezilmişliğin değil de, başkaldırının şiirini söylediğim, düşünülür... ki doğrudur.
10488

2006’da Kalbim, Ey Divane şiir kitabını çıkardınız. Önümüzdeki günlerde yayınlanacak başka kitabınız var mı? Uzun süre edebi ortamda görünmeseniz de eski takipçilerinizin sizi beklediğini ben yakından biliyorum.
Çok önem verdiğim bir yayınevi, tüm kitaplarımı yayınlamak istiyor.
Şimdi onun üzerinde çalışıyoruz arkadaşlarla. Bir de internet üzerindeki iki siteyi,
www.cumali.unaldi.org ile www.cumaliunaldi.com ‘u yeniden düzenliyor dostlarımız.
Yeni şiirler söylüyorum. Yakında, onlar da yayınlanabilir.

Yoğun iş ortamından zaman bulup günümüz edebiyat ortamını izleyebiliyor musunuz? Takip ettiğiniz yazarlar ve dergileri var mı? Eski şair dostlarınızla görüşme imkânı buluyor musunuz?
Hepsi için de “evet”.
Günümüz edebiyat ortamını geçmişle kıyaslamak gerekirse nasıl bir fark görüyorsunuz? 
Bana göre edebiyatta, hatta sanatta geçmiş ve gelecek olmaz. İyi ve iyi olmayan olabilir.Ya da bize göre iyi ve iyi olmayan. Güzel bir mısra binlerce yıl öncesine ait olabilir, bu onun değerini daha çok artırır. Sanat eseri, zamanı aştıkça, bir daha güzelleşir gibi geliyor bana.
Edebiyatın -daha özelde- şiirin hayata müdahalesi 2000'lerden sonra zorlaştı? Bunun müsebbibi olarak şairi mi görüyorsunuz yoksa toplumun yozlaşması mıdır uzaklığın sebebi?
Bence,2000,ya da başka rakamları kullanarak, şiirle ilgili bir betimleme yapmak mümkün değildir. Şiir, şiirdir...
Yıllar unutulur gider,ama iyi şiirler,has şairler hep yaşar, hep kalıcıdırlar. Gökkubbe, ta Hz. Adem’den beri söylenmiş şiirlerle dolu. Şiirin bir tek şartı var gibi geliyor bana, bir tek şart, sadece insani olması. Gerisini insanlar anlar zaten. Eğer, Yunus gibi talihlilerdenseniz, bir Molla Kasım gelir, şiirinize husumet besler. Yaktığı binlerce şiiri kuşlar okur, binlerce yırtıp ırmağa attığı şiirleri de balıklar. İnsanlar da okur, İnsanlar şiiri tabi ki, kuşlardan, balıklardan ve cümle mahlûkattan artakalanı okurlar.
Söyleşi için çok teşekkür ederim.

Enes Malikoğlu uzun uzadıya sordu
enesmalikoglu[at]gmail.com
YORUMLAR

Eski yazılar

Eski yazılar için:

http://enesmalikoglu.blogcu.com

sayıcı